Skip to main content

“Günde kaç saatinizi internette geçiriyorsunuz?” sorusunu cevaplayanınız muhakkak olmuştur.
Son 1-2 yıldır pek anket ve araştırmalara katılmadığımda denk gelmiyorum; umarım kaldırmışlardır. “Günde kaç adet sigara içiyorsunuz?” gibi bir şey sanıyor olmalı bu soruyu anketlere koyan araştırmacılar. Zira artık bilgisayar başında olmasak dahi akıllı telefonlarımızla internet her saniyemizde zaten bizimle birlikte. Ya da biz onunla…

Bu araştırmaların sonucunda psikologlardan “internet bağımlılık yapıyor!” veya “internet insanları aptallaştırıyor!” gibi sonuçlar özellikle geleneksel medyanın en büyük puntolarla yazdığı, manşetler yapmayı çok sevdiği haberler arasında yer alıyor. Bu haberleri görüp, yeni nesil kuşağı halen tanımamış ebeveynler ise bu duruma kaygıyla ve ne yapacaklarını bilmeden telaşlı bir şekilde yaklaşıyorlar.

The New York Times, The Wall Street Journal ve Wired gibi yayınlarda yazılar yazan Nicholas CARR, 2008 yılında The Atlantic dergisi için kaleme aldığı “Google bizi aptal mı yapıyor?” makalesinden sonra “Yüzeysellik: İnternet bizi aptal mı yapıyor?” adlı bir kitap yazdı. Carr, bir çok noktasına ve görüşüne katıldığım, katıldığım için de rahatsız olduğum ancak insan beyni ve nöroloji hakkında derin bilgiler içeren bir kitap yazmış.
Kitabın isminden sakın “günde X saatin üstünde bilgisayar başında geçirenler aptal oluyor, sonrası gerizekalı, öncesi çok akıllı” gibi bir anlam çıkartmayın. İsmi bana son derece popülist gelmesine rağmen içerisinde barındırdığı bilimsel araştırma sonuçlarıyla ve nörolojik tanımlamalarıyla adeta geçmişten günümüze insan beynini yeniden tanımanızı sağlıyor.

Kitabın isminde sorduğu sorunun cevabını sonunda değil de, başında söylediği için ben de burada rahatlıkla iletebilirim; hayır, internet bizi aptal yapmıyor. İnternet (ve bununla birlikte tüm yeni teknolojiler) bizim düşünce şeklimizi, biçimimizi değiştiriyor.

Geçtiğimiz günlerde de bu sonuca eş değer bir açıklama da İsviçre’den geldi; İsviçre’de yapılan bir araştırmada, insan beyninin dokunmatik akıllı telefon teknolojisine adapte olduğu sonucuna varıldı.

Bu durum, yazarın da ilk zamanlar düşündüğü gibi size de komik gelebilir. Ancak bir süre düşündükten, davranışlarınızı gözlemledikten sonra siz de internet kullanımınızın beynininizin bilgileri işleme yöntemini değiştiriyor olabileceğinden kaygılanmaya başlayabilirsiniz. Ancak yapılan tüm araştırmaların sonucunda yalnızca bir aygıt olan bilgisayarla uğraşmak, kafamızın içinde olup bitenleri derin veya kalıcı bir yönden değiştirebiliyor. Nörobilimcilerin keşfettiği üzere, beyin (ve onun kaynaklık ettiği zihin) sürekli gelişim halindedir. Bu gerçek yalnızca birey olarak her birimiz için geçerli değil, tüm insanlık ve tüm insanlık tarihi için de geçerli…

Blogumdaki son yazıları  (FOMO, modern yeni sorunlarımız vb.) takip ettiyseniz, bir süredir bu konuyla ilgilenmeye çalıştığımı fark etmişsinizdir. Zira son birkaç yıldır rahatsız edici bir şekilde birisinin ya da bir şeyin beynimle oynadığı, sinir sistemimi yeniden düzenlediğini, hafızamı yeniden programladığımı hissediyorum.
Merak etmeyin; aklımızı kaybetmiyoruz. Ama onun gittikçe değiştiğini siz de hissediyorsunuzdur. Artık eskiden düşündüğümüz gibi düşünmüyoruz. Bunu en çok kitap veya uzun bir makale okurken hissedebilirsiniz. Eskiden bir kitaba uzunca bir süre vakit ayırabilirdik, hatta kitaptaki hikayeye dalıp giderdik, saatlerce o hikayenin dünyasına kendimize bir rol model seçerdik.
Maalesef artık bunu yapamıyoruz. Şimdi bir iki sayfa okuduktan sonra konsantrasyonumuz dağılıyor, huzursuzlanmaya başlıyoruz, dikkatimiz dağılıyor, yapacak başka bir şeyler aramaya başlıyoruz.
Adeta beynimize hükmedemiyoruz. Eskiden okumaktan büyük keyif aldığımız şeyler artık bizim için birer işkenceye dönüşmeye başladı.

Hepimiz kabul ediyoruz ki; internet insanlığın bulduğu en büyük icatlardan biri. Bu konuda kimsenin bir şüphesi yok. Saatlerce kütüphanelerde kitap yığınları arasında harcayabileceğimiz vakti birkaç Google aramasıyla ulaşabiliyoruz. Ben en son ne zaman bir banka şubesinde sıraya girdiğimi hatırlamıyorum bile. (Bankamatiklerden para çekmenin de bir çözümü olsa ya!) Zira her şeyimi internet şubesinden gerçekleştiriyorum. Davetiyeler, randevular, toplantılar, görüşme talepleri, haberler ve sosyal medyanın takibi, film izlememiz ve müzik dinlememiz vs. vs. Bu liste saymakla bitmez!

Ancak bu güzelliklerin hiçbiri bir şeylerin değişmediği gerçeğini değiştirmez. Publishing2 blogunda yazar olan Scott Karp’a göre kitap veya uzun yazılar okuyamıyoruz; zira tüm okumalarımızı internetten yaptığımız için okuma tarzımız değişti. Yani artık yalnızca rahatlıkla arıyoruz, çünkü düşünme tarzımız değişti.
Öyle değil mi? İnternetteki bir yazıyı artık okumuyor yalnızca önemli gördüğümüz kelimeleri gözlerimizle tarıyoruz. Bir kaç kelimelik cümle için sayfalarca kitap okumak hiçbirimiz için mantıklı gelmiyor. Google’a girip, anahtar kelimeleri yazmamız ve Google’ın bize aradığımız sonuçları önümüze çıkarması yeterli.

Yazar Nicholas Carr da benimle aynı fikirdeymiş ki, tüm bilimsel araştırmaları bu kitap da toplamaya karar vermiş. Ancak ufak bir hatırlatmayla; “Deterministlerle enstrümantalistlerin üzerinde uzlaşabileceği tek şey vardır; Teknolojik ilerlemeler çoğu zaman tarihin dönüm noktasını oluşturur.”
 
Bu duruma en güzel örneklerden bir tanesi Carr tarafından verilen saat ve ve zamanın kişiselleştirilmesi; “Hassas şekilde ölçülen zamanın kişiselleşmesi, batı medeniyetinin gittikçe daha görünür hale gelen bir yönü olan bireyciliğin başlıca itici güçlerinden birisiydi.” (Revolution in Time kitabından bir alıntı.)
Öyle ya; günümüzde her şeyi kişiselleştirilmiş zamanlarımız olan kolumuzdaki saatlere bakarak yapmıyor muyuz? Bugün teknolojiye olan bağımlılığımızdan korkarken yıllardır kendimizi zamana göre programladığımızın farkında değiliz. Saatin kaç olduğuna göre uyuyor, uyanıyoruz. Bir çoğumuz karnımız açıktığında değil, öğlenleri yemek vakti geldiğinde yemek yiyoruz.

Peki, internet ve beraberinde gelen teknoloji bizi “aptal” yapıyor mu? Bir şeylerimizi değiştirdiği kesin. Siz buna aptallık diyebilir misiniz? Ben Nicholas Carr’ı okuyup tekrar düşünün derim.